Uykuya yattığımda, gece ertesi güne sarkmıştı.
Bir düş; dar bir yolun parke taşlarına kusarak yokuş yukarı çıkıyorum. Yukarıdan eski bir araba, zikzaklar çizerek bana doğru geliyor. Yolun bir yanı bahçe duvarı, diğer yanında tek katlı evler sıralanmış. Korkuyorum ama yaklaşan tehlikeden kurtulmak için hiçbir şey yapamıyorum. Beynimi tutsak almış olan alkol buna izin vermiyor. Düşüncelerim kilitlenmiş adeta. Jantların çarptığı, evlerin önündeki kaldırım taşlarından ateşler çıkıyor. Araba bana çarpmak üzereyken, ürpererek ter içinde uyanıyorum...
Karım ve kızım uyuyor. Soluk alış verişleri gecenin sessizliğini bozuyor. Mutfağa geçip su içiyorum. Esrik bedenimi suyun soğukluğu kaplıyor. İşte o an, su bardağı elimde müthiş bir sarsıntıyla kendimi mutfak halısının üstünde buluyorum.
Deprem !
Bu, önceki sarsıntılara benzemiyor. O kısa kısa sallayıp geçen.
Olanların ayrıdına varamadan üzerime çöken tavanın bir yanını lavabo, fırın, bulaşık makinesinin tuttuğunu görüyorum belli belirsiz. Oluşan eğimli boşluk, o sonsuz ağırlığın altında ezilmemi önlüyor.
Toz duman ve karanlık. Yüzükoyun yatıyorum. Dalga dalga soğuk bedenimi yalıyor. Belli ki dışarıya açılan bir delik var. Büyüklüğünü kestiremediğim bu yıkıntıda devinimsiz duruyorum. Sırtım, aldığı ağır darbeden ağrıyor. Korkuyorum. Bir ürperti sarıyor bedenimi. Başıma bir ağrı giriyor. Başım betona çarpmış, yere düşünce. Alnımda kan sızıntısı var ama çabuk pıhtılaşmış ve kanama durmuş.
Karımla kızım geliyor usuma... Çıldıracak gibi oluyorum. Kızım daha dört yaşında. Ne kadar yaşadı ki? Hayır! Hayır! Ona bir şey olmamıştır. Tanrı onu korumuştur. Bağırıyorum, sesim çıktığı kadar, ”Oyaa! Nazifeee!” Hiçbir karşılık yok. Çaresizim.
Enkazın ayrıdına varıyorum. Toz toprak kokusu genzimi yakıyor. Kollarımı çekiyorum. Ellerimi yüzümde gezdiriyorum. Alnımdaki yaraya elim değince, acıyor. Sırtüstü dönmeye çabalıyorum. Olmuyor. Sol ayağımı çekemiyorum. Çöken tavanın altında kalmış parmaklarım. Daha güçlüce çekiyorum. Bu kez geliyor. Fakat, ezilmiş. Çok acıyor. Dönüyorum. Dizlerimi karnıma çekiyorum, parçalanmış parmaklarımı avucumla sıkıyorum. Hiçbir şey duyumsamıyor uyuşmuş parmaklar. Dizlerim karnıma çekili, bir bohça gibi ellerimle dizlerimi sarıyorum. Bu daracık yerde olabildiğince küçülüyorum. Sessizliği dinliyorum. Ayağa kalkma isteği duyuyorum. Canım ayva istiyor. Şöyle bir dişlemek, ekşimsi buruk tadını duyumsamak istiyorum...
Kollarımı uzatıyorum, üstümdeki enkazı kaldırmayı deniyorum. Çok zor, olanaksız. Gücüm yetmiyor. Dışarı çıkma isteği beynimi zonklatıyor. Çaresizlik yüreğimi bir yumruk gibi sıkıştırıyor. ”Çıldırıyorum galiba,” diye geçiriyorum usumdan.
Ne denli istiyorum, tüm bunların kâbus olmasını, düş olmasını. Güneşin doğmasını, aydınlığın her yanımı sarmasını ne çok istiyorum. Ama hayır! Her şey gerçek, uyanığım, ayağım acıyor. Ezilmiş ayağım.
Tüm bu çektiklerim neyin günahı? Hangi kötülükleri yaptım da bu cezayı çekmek zorunda kaldım? Kendi kendimle hesaplaşmaya girişiyorum. Geçmişimin tüm günahlarını didikliyorum isteksizce. Belleğim, beni zorluyor bu hesaplaşmaya.
Avcı dayımın, av köpeğinin yavrularını bize tekmeleterek öldürttüğünü anımsıyorum. Çocukluğumuzun en yabanıl duygularıyla yapmıştık bunu. Erkek olanlar daha iyi beslensin diye dişi enikleri top gibi tekmelemiştik. Kazdığımız çukurlara diri diri gömmüştük zavallı hayvancıkları. ” Bu, en büyük günahım olmalı .” diyorum. Gözleri açılmamış eniklerin cıykıltıları takılıyor belleğime...
Bir tıkırtı duyuyorum, bir inleme ardından.
Bağırıyorum: “ Nazifeee! Nazifeee!” Karşılık yok. Bir ağlama sesi geliyor. Heyecanlanıyorum:“Oyaaa! Oyaaa!” İnlemeler artıyor. Bir yanılma mı bu ?
Zaman geçmek bilmiyor. Artık ölüme alıştırıyorum kendimi. Ağlıyorum. Göz yaşlarım yanaklarımdan süzülüyor. Hıkçıramıyorum... Ayaklarım uyuşuyor devinimsizlikten. Milyarlarca böcek yiyip bitiriyor damarlarımı. Mutfak kapısına kolumu uzatıyorum. Elim, ezilmiş kapının yıkıntısıyla karşılaşıyor.
Uzaklardan bir ağustos böceği sesi geliyor belli belirsiz. Ardından sessizlik kavrıyor her yanı, ölüm sessizliği . Altta, üstte, yanda tam yönünü kestiremediğim bir yerlerden ağır ağır can çekişmeler hissediyorum.
Ezilmiş iniltiler duyuyorum. Dudaklarım kuruyor. Sonsuz bir süre geçti. Uyuştuğumu hissediyorum. Belleğimi yokluyorum. Dün hafta başıydı. Ondan önceki gün, maaşları almıştık. Şu borç ödemelerine hiçbir zaman yettiremediğimiz maaşları...
Sabah oldu herhalde? Ayak ucumdaki delikten gün ışığı sızıyor içeriye. Beni üşüten sabah ayazı da bu delikten girmiş olmalı. Bir şeyler görürüm umuduyla başımı ışığın geldiği yöne doğru çevirmek istiyorum. O yan, daha alçak. Olmuyor.
İlk kez acıktığımı hissediyorum. Yemek. En çok sahanda yumurta çekiyor canım. Sarısı az pişmiş. Ama şimdi? Sofrada nazlanarak yediğim kuru ekmekten bir parça olsaydı... Bir parça kuru ekmek... Birden kilolarca zayıfladığımı hissediyorum. Çişim geliyor. Sıcak bir ıslaklık apışımdan bacaklarıma yayılıyor. Ardından keskin bir amonyak kokusu genzimi yakıyor. Ellerimin erebildiği yeri süpürüyorum. Bir ekmek parçası, bir kırıntı bulmalı ellerim. Önceden kalma bir yiyecek kırıntısı. Yok! Yok!
Başım dönüyor. Bir ağrı saplanıyor yeniden başıma.Bilincimi yitiriyorum. Deliriyorum.
Işık delikçiği kararıyor, umutlarımla birlikte. Ne olur, umutlarım bırakmasa beni. Karıma, kızıma, öğrencilerime kavuşacağımı düşleyebilsem. Yine yemek yiyebileceğimi, sıcak suyla banyo yapabileceğimi, ardından temiz çamaşırlarımın bedenimi yeniden sarabileceğini umut edebilsem... Ah, bir sigara olsaydı şimdi! En ucuzundan...
Gece olmuştu herhalde. Benim çevremden dışarıdan gelen uğultular kesilmişti. Bir türkü belleğime yerleşti. Yapıştı adeta. Türküden başka bir şey düşünemez oldum. ”Bu da gelir, bu da geçer ağlama gönül! Ağlama! “ Türkünün dizelerini söylemeye başlıyorum. Bundan, bir direnç umuyor ezik yüreğim.
Devinimsizlikten uyuşmuş bedenim ağrılar içinde, ağrımayan hiçbir yanım yok. Damar uçlarım, bu ağrıları beynime taşıyor. Kalp atışlarım hızlanıyor.”Kalpten gidiyorum”, diye düşünüyorum... “Ölüyorum artık!” endişesine kapılıyorum. Sonra bir rahatlama hissediyorum, ”Ölmek daha iyi! Belki de, kurtuluş bu!” diye düşünüyorum... Her yanım ölüm! Ürperiyorum...
”Öldün!” diyor, duyamadığım bir ses. Kulaklarım çınlıyor. İçimdeki öbür ben olmalı bu. Hemen yenilgiyi kabullenen... Şunca ömrümde direnmeyi bir türlü öğrenememiş, korkak yanım... Bedenimin hiçbir bölümü yok artık. Elim kolum, gözüm kulağım yok... Kurumuş dudaklarım acıyor. Dilimle ıslatmak için boşuna çabalıyorum. Bir tükürük damlası, bir parça nem yok!
Üzerimdeki ağırlık artıyor. Gözlerimi açamıyorum. Kirpiklerim gözyaşı ve tozdan yapışmış. Kalkma, dışarı çıkma isteğim çoğalıyor. Sağ elim bedenimi dolaşıyor, yokluyor. Hiçbir şey hissetmiyor. Boşluk içinde bir boşluğum sanki. Üzerinde bulunduğum yeri hissetmiyorum...“Ölüm bu demek ki...” Neler oldu? Ne zamandan beri buralardayım? Bilincimi son bir çabayla topluyorum.
Bir motor sesi duyuyorum. Ardından ayak sesleri. Aman tanrım! Bir insan sesi!
“Kimse var mııı? Orada kimse var mııı?” Son bir gayretle: “Beeen! Been!” diyebiliyorum.
Eller kollar görüyorum, deliğin önündeki tuğlaları yıkıp deliği büyüten. Kendimi yitirirken bana uzanan ellerin arasından belli belirsiz kırmızılığın üstündeki ay yıldızı ve altındaki yazıyı görebiliyorum. A_K_U_T.
Kendime geldiğimde ilaç, küf, kan, yara ve acı kokan bir hastane odasındaydım...
Neredeyim? Ne zamandan beri buradayım? Buraya nasıl geldim? Hiçbir şey anımsamıyorum. Bilincim bir gidiyor, bir geliyor. Gözlerim açıkken bile kâbuslar görüyorum.
Evimi, kızımı, karımı özlüyorum. Kimse beni dinlemiyor... Şu karşı yatakta hiç kıpırdamadan hasta... Yanında her yeri sargılanmış bir diğeri... Hemşireler... Doktorlar... Sorularım havada asılı kalıyor... İnliyorum... Sızlıyorum... Sorularım yanıtsız kaldıkça saldırganlaşıyorum. Devinimlerime engel olmakta güçlük çekiyorlar. Yatağa bağlı olmak beni daha da çıldırtıyor.
Yaptıkları iğnelerin etkisi geçtikçe bedenimi saran asi duygular ikinci bir ben yaratıyordu bende...
Hele geceler, bitmek tükenmek bilmiyordu. ”Hani sevdiklerim, nerede beni sevenler?”
Yüreğimdeki dayanılmaz kavuşma isteğiyle bir gece hastaneden kaçıyorum...
Bu bilmediğim kentin parkları, sokakları benimdi şimdi. Ardıma hiç bakmadan yürüdüm yürüdüm... Duygularım yoktu artık, yalnızca acıkıyor, susuyor ve gecenin ayazında üşüyordum.
Sabah olduğunda bir deniz kıyısındaydım. Üzerimdeki giysiler hastane kokuyordu. Yanımdan geçen onlarca kişi beni fark etmiyordu... Limanda büyük gemiler yüklerini boşaltıyorlardı... Denizi arkama alıp, anayoldan hızla geçen taşıtlara aldırmadan yolun karşısına geçiyorum. Benim bu aldırmazlığıma taşıt sürücülerinin savurduğu küfürler havada uçuşuyor. Yolun karşısında çöp tenekelerini karıştıran sıska köpek, ona doğru yürüdüğümü anlayınca, hırlayarak uzaklaştı. Havlaması beni korkutamamıştı. Çünkü ben de açtım. Çöpte bulduğum yemek artıkları, tost parçaları karnımı doyurdu. Atıkların içinde bulduğum paçaları yırtık eski bir kot pantolonu gelişigüzel geçiriyorum üzerime. Ben bunları yaparken sarışın bir çocuk beni izliyordu şaşkınlıkla. Göz göze gelince korkup kaçıyor... Fermuarı bozuk, eski pantolonu bir iple bağlıyorum belime.
Saçım başım darmadağın, az ilerideki kalabalığa dalıyorum. Çevresinde, insanların telâşla koşuşturdukları koca yapının duvarında “Bandırma Otobüs Garajı” yazıyor. Yapının içine dalıyorum. İnsanların deviniminden başım dönüyor kapının iç yanında yere çöküyorum. Gelen geçenlerden bazıları kucağıma madeni paralar atıyorlar. Hemen yanı başımda bayramlaşan insanlar görüyorum. Sarılıp öpüşüyorlar. Birbirlerinin bayramlarını kutluyorlar. Beni dilenci sanıp acıyan insanlar çoğaldıkça, kucağımdaki paralar da artıyor... Bir süre sonra, yapının arkasına geçiyorum. Otobüslerin biri gidiyor, biri geliyor.
Otogarı çevreleyen dükkânların, büfelerin önünden geçiyorum. Kapısında “çorbacı” yazan birine giriyorum. İçim ısınıyor. Garsonlardan birisi beni hemen kapı dışarı ediyor. Elimdeki paraları göstermem bir anlam ifade etmiyor, onun için. Müşterileri rahatsız olacak diye korkuyor besbelli... Garsona direnirken camda asılı bir resim görüyorum.
Bu benim fotoğrafım... Evet evet fotoğraftaki benim. Camda yansıyan perişan yüz, o günlerin mutlu yüzüyle üst üste çakışıyor. Aradan sanki yüzlerce yıl geçmiş gibi. İki yüz, birbirine acı acı gülümsüyor. Fotoğrafın altında:
“...... .....1957 doğumlu ........ Deprem... kaybol.....Gören... ya da tanıyan......... .......numaralı telefon.... bildir........ rica.....”
Gözlerden kaçıyorum. Ayaklarım beni küçük bir çam ormanına getiriyor. Hayır! Hayır, burası bir mezarlık. İçerilere doğru yürüyorum. Bir kalabalık acele ile bir ölüyü gömüyor. Küreklerle hızlı hızlı toprak atıyorlar. Belli ki bir aceleleri var. Hoca son duasını okuyor. Çevresindekiler eşlik ediyorlar ona.
Kimse kimseyi görmüyor, daha doğrusu beni kimse görmüyor. Mezarlık hızla boşalınca, ölü ve ben yalnız kalıyoruz. İnsanlar yarıda kalan bayramlarını kutlamaya gidiyor. Yeni mezara yaklaşıyorum. Mezarın başına bırakılan ibrikten su içiyorum. Mezar üstünde bulduğum oyalı yazmayı okşuyorum. Ölen, bir kadın olmalı. Ellerimin kirli olduğu ilişiyor gözüme... Umursamıyorum. Üşüyorum. Oyalı yazmayı boynuma doluyorum. Bir sıcaklık sarıyor boğazımı.
Mezarlıktan çıkıyorum. Yürüyorum amaçsız...
Çocuklar oyun oynuyor yolun kıyısında, gülümsüyorum sessizce. İçlerinden birisi yerden aldığı taşı fırlatıyor bana doğru. Tam isabet. Dizim inanılmaz acıyor. Kızmıyorum çocuğa. Benim yerime, onu azarlayan iki çocuk yanıma yaklaşıyor. Hiç tedirgin olmuyorum. Çünkü yüzlerindeki acıma dolu, dost bakışları yakalıyor gözlerim. Ellerindeki çikolata, bisküvi ve şekerleri kocaman açtığım iki avucuma döküyorlar. Sadece gülümsüyorum yanlarından uzaklaşırken.
Yıkılmaya yüz tutmuş eski , boş bir yapının bodrum penceresine çöküyorum. Hızla tüketiyorum elimdeki yiyecekleri. Bir kedi yavrusu miyavlayarak sürtünüyor dizlerime sıcacık. Elimde kalan yiyecekleri bölüşüyorum onunla. Çikolatalı bisküvileri yiyor. Kalan kağıtlı şekerleri yerden avuçlayıp atıyorum ağzıma...Kedi yıkık metruk evin kapısından içeri süzülüyor. Peşine takılıyorum.
Üst bölümü yıkılmış evin arka duvarları yok, üstünde çatısı yok.
Gökyüzü pırıl pırıl... Mutlanıyorum. Sonsuz bir özgürlük duygusu veriyor bana gökyüzü... Bir de şu soğuk olmasa. Karşı duvarda parçalanmış büyükçe bir ayna asılı duruyor. Çatlamış. Yüzüme bakıyorum, aynanın çatlaklarında onlarca yüz yansıyor. Benim yüzlerim bunlar. Hiçbiri tanıdık değil ama.
Bodrum daha korunaklı. Aşağıya iniyorum. Tahta kapısı kırılmış bodrumun. Küf, pislik, çürümüşlük kokusu yakıyor genzimi. Yola bakan odada çöpler yığılmış. Bodrum penceresinden çöpleri atıvermek belli ki kolaylarına gelmiş, çevrede yaşayanların. İç odanın kuytusuna çöplerin içinden bulduğum karton kutuları düzleyip üzerine kıvrılıyorum. Uyuyorum. Üşüyorum. Üşüyorum. Gece bitmek bilmiyor. Çişim geliyor sabaha karşı, öbür odada çöplerin üstüne işiyorum. Çişimden dumanlar yükseliyor.
Dışarı çıkıyorum. Evi terk ederken çingene simitçiyle karşılaşıyorum. Nefesi sabahın çiyine karışıyor. Bağırarak uzaklaşıyor. Farklı yönlere gidiyoruz.
Evler çoğalıyor, ben yürüdükçe. İnsanlar doluyor sokaklara. Rastladığım ilk çöp yerini karıştırıyorum, kuru bir ekmek geçiyor elime. Bütün bir ekmek. Ama taş gibi. Kemirebildiğim kadarını indiriyorum mideme. İndiğim yokuş beni kentin çarşısına getiriyor. İşyerleri yeni yeni açılıyor. Bayram yorgunluğu var yüzlerde. İsteksiz gibi, dükkanları açanlar.
Kaldırımı kazılmış yolu adımlarken bir balık ölüsüne basıyorum. Terliklerimi ve çorapsız, kirli ayaklarımı görüyorum. Ezilmiş balık açık gözleriyle bana bakıyor. Suçluluk duyuyorum, hızla uzaklaşıyorum bir gören oldu mu acaba? kaygısıyla...
Cadde kalabalıklaşıyor. Ürküyorum bakışlardan. Ara sokaklardan birine sapıyorum. Bir fırın çıkıyor karşıma. Dağıtılmak için bekleyen ekmeklerin sıcacık kokusu burnumu okşuyor... Açlık, bilincimi yok ediyor. Ekmeklerden birini kaptığım gibi koşmaya başlıyorum. Terlikler hızlı koşmamı engelliyor. Arkamdan hızla gelen fırıncı ensemden yakaladığı gibi ağzıma bir yumruk indiriyor. Kaçarken koparıp ağzıma attığım ekmek parçası kanlanıyor. Patlayan dudağımdan kanlar çeneme süzülüyor. Adama karşılık vermeyince, -kendimi sakınmak için bile davranmayınca – adam yaptığına pişman, acıyor bana...”Zavallı adam!” diye söylenirken kolumdan çekeliyor. Fırına sokuyor beni. İçerdeki sıcaklık, sonsuz huzur veriyor, dudağımdaki acıyı unutuyorum. Fırıncı hâlâ söylenip mübarek bayram gününde yaptığı yanlışa ayıplanıyor. Ben, ısınmanın verdiği mutluluktan adamı duymuyorum bile. İçerde un çuvallarının bulunduğu bölümden eski bir ceketi omuzlarıma atıyor. Masa üstünden aldığı yarısı tüketilmiş tahin helvasını önüme masa gibi yerleştirdiği iskemlenin üstüne koyuyor özenle... Benim çaldığım ekmeği parçalarken, ”Birader çalacağına isteseydin şu mübarek ekmeği de, beni günaha sokmasaydın, bu bayram gününde olmaz mıydı?” diye söyleniyordu.
Saç baş darmadağın, sakallar uzamış durumda tam bir sokakçıydım. Sıcak ekmek ve helva... Adam, benim anlamlandıramadığım bir çok öğüdü sıralarken ekmeği ve helvayı tüketmiştim. Çıkarken ceketi bıraktım. Adam, ardımdan yetişip kollarıma geçirdi yeniden, eski ceketi. ” Çıplacıksın, hava soğuk, kardeşim,” diyordu. Sokağın soğuğuna vurdum kendimi yeniden. Karnım toktu.
Bilinmez zamana ve yöne doğru yürüdüm.Yürüdüm. yürüdüm. Ayaklarım beni yine deniz kıyısına getirdi. İnce ince bir yağmur başladı. Tenhaydı deniz kıyısı. Bir kayığın kuytusunda başka bir sokakçıya rastladım. Önüne koyduğu ucuz şarap şişesini eliyle sıkıca tutuyordu. Yanına çöktüm. Tedirginliği uzun sürmedi, kendinden bir şeyler bulmuştu bende.
Belli zaman aralıklarıyla ağzına diktiği şişeyi indirdikçe bir küfür sallıyordu bilinmeze. Bunu her içişten sonra yinelemesinden küfrü şaraba meze yaptığını düşündüm. Son küfürden sonra şişeyi bana uzattı. Önce almak istemedim. Israrını sürdürürken ceketinin iç cebinden, tam da yaşamın örselediği yüreğinin üstünden yeni bir şişe şarabı çıkardı. Şişeler ikileşince sunulan şaraptan canım çekti. Şişeyi onun gibi diktim. Boğazımdan mideme bir ılıklık yayıldı. Midem yandı bir an. Ben de sokakçı gibi bir küfür salladım, denize doğru. Bir martı uçarken yanıt verdi bana. Belki de küfrümü geri yolladı. İlk kez konuşmuştum, aylar sonra. Şaştım kendi kendime. Bir küfür daha salladım, daha yüksek sesle. Sokakçının küfrüne karıştı benimki. O da yeni şişeden çektiği şarabın ardından sallamıştı, meze niyetine.
Anlamadığım bir sürü şey söyledi. Konuşurken ağzı köpürüyordu. Sıkıldım. Kalktım kent içine doğru yürüdüm. Yağmur, kara dönüşmüştü. Ağzımı göğe açtım. Uçuşan birkaç kar tanesi dilime, dudaklarıma düşüp eridi. Önüme çıkan ilk yola girdim. Yokuş yukarı çıkarken kar hızlandı.
Ayaklarım mosmor olmuştu. Terlikler kar suyunu emdikçe ayaklarım kayganlaşıyordu. Yokuşun sonunda yoksul evleri çoğalmıştı. Çünkü önlerinde park etmiş arabalar yoktu.Yoksulluk sırıtıyordu perdelerinde. Kömür kokuyordu soluduğum hava. Şarap vücudumu tutsak almıştı. Devinimlerimi denetleyemiyordum. Ayaklarım kendiliğinden gidiyordu. Tüm çıplaklığıma karşın üşümüyordum.
Bir inşaatın merdiven altına girip yattım. Islak tuğla ve çimento kokuyordu. Ama kuytusu beni sahiplenmişti. Yattığım gibi uyumuşum. Uyandığımda kaskatı kesilmiştim.
Ayaklarım sızlıyordu. Sanki tonlarca ağırlık altındaydım. Yola çıktım. Ayaklarım kara gömülüyordu. Sokak karanlık ve bomboştu. Sokak lambasının ölgün ışığında binlerce kar tanesi dans ederek yere düşüyordu. Tanıdık olmayan sokaklardan geçtim. Rastladığım çöp bidonları bomboştu. Bir parça yiyecek parçası bile bulamadım.
Sokak bittiğinde karşıma büyük bir cadde çıktı. Caddenin üzerinde vitrin camları renkli ışıklarıyla bir düş gibi görünüyordu. Çarşı ışıkları ve yağan karın görüntüsü beni oraya çekti. Hızla çarşının içlerine doğru yürüdüm. Son birkaç işyeri de kapanmak üzereydi. Çarşıda önüme çıkan her sokağı gezdim. Vitrinlere baktım anlamsız anlamsız.
Açtım. Üşüyordum.Tüm sokaklarını birkaç kez dolaştım çarşının. El ayak çekildi. Sokak kedileri kavga ettiler. Evlerdeki lambalar söndü, pencereler karardı. Yoruldum. Bir mağazanın iki vitrini arasındaki kuytuya kıvrıldım. Ayaz arttı, zaman geçtikçe. Soğuk iç organlarıma değin işledi. Uyudum.
Çok yükseklerdeydim düşümde. Güneşe ellerimi uzattım. Onun sıcaklığına o denli gereksinim duyuyordum ki. Ellerimi uzattığım, gürül gürül yanan bir sobaydı şimdi. Konuk olduğum evin sahibi durmadan odun dolduruyordu sobaya. Soba akkor haline gelmişti. Neredeyse patlayacaktı. Bir sofra getirdiler önüme. Bir tabak dolusu karalahana sarması. ” Ye örtmen bey, ye! Kara mancarı yiyenin güreşte de sırtı yere gelmez, sevişte de! ” diyordu, ev sahibi... Uzun boylu sıska adam. Yüzündeki kömür lekeleri, maden ocağından yeni geldiğini belli ediyordu. Bir sarmayı ağzıma attım. O da ne? Ağzım kumla doldu, pirinç yerine. Bir minarenin şerefesindeydim şimdi. Selimiye camisi olmalı. Edirne baştan başa altımda. Hızla dönüyordum gökyüzünde. Ağzım kum dolu başım dönüyor. Hızla minareden aşağıya düşüyorum ardından. Düştüğüm yer bir deniz. Dibine iniyorum tepesi üstü. Yüzlerce deniz canlısı sarıyor çevremi. Düştüğüm yer beton. Büyük bir havuz olmalı burası. Ağzımdaki kumları boşaltıyorum. Şimdi gerçek bir denize dönüşüyor bulunduğum yer. Sanki, bu kumu bekliyorlarmış gibi çevremdeki balıklar dans etmeye başlıyor.
Kabalarıma yediğim tekmeyle sarsılıyorum. Kaskatı kesilmişim yine. Devinimsiz izliyorum olanları. Gözlerim açık, görüyorum, duyuyorum ama kıpırdayamıyorum. Göz kapaklarım bile kapanmıyor. Yapılan hiç bir şeye karşılık veremiyorum. Nefes alışım bile varla yok arası.
Tekmeyle birlikte bir de küfür sallayan polis. ”Ölmüş ulan bu!” diyor yanındakine. ”Yapma ya?” diyor diğeri. Cebinden çıkardığı küçük cep aynasını ağzıma yaklaştırıyor. ”Hakkatten ölmüş bu ya!” diye ünlüyor. Memlekette ayna tutarız biz ölünün ağzına, yaşıyorsa nefesi aynada çiy yapar.” diye ekliyor.
Yanındaki bu kez: “Doksan-yirmbeş, merkez!” “Merkez,doksan-yirmbeş, merkez dinlemede.”
“Merkez çarşı içinde, mıntıkamızda bir sokakçı ölmüş!” “Tamam. Anlaşıldı, doksan- yirmbeş.”
“Hemen bir araç gönderin, tamam...” “Merkez, doksan yirmbeş maktulü tanımlayın, tamam.”
“Altmış-yetmiş yaşlarında, erkek, serseri giyimli, tamam”
“Darp var mı ? Tamam.” “Darp yok, muhtemelen donarak ölmüş, tamam.”
“Tam yerinizi tarif edin tamam.” “Merkez tamam. Çarşı içi, Ayaz Konfeksiyon girişi tamam.”
“Anlaşıldı-doksan yirmbeş.” “Araç hemen yola çıkıyor, cesedi hastaneye teslim edin, tamam. Ben orayı haberdar ediyorum telefonla tamam...” “Anlaşıldı merkez!-İyi nöbetler doksan-yirmbeş.”
Seslenmek istiyorum. Tüm çabam boşa çıkıyor. Gelen kamyonetin arkasına bir köpek leşi gibi atıyorlar, buz kesmiş kaskatı bedenimi. Metale çarpıyorum, acımıyor hiçbir yanım. Motor hırlıyor, gecenin sessizliğinde. Uzun sürmüyor yolculuk araba duruyor.
Bir süre bekleniyor. Teslim ediliyorum, teslim alınıyorum. ”Kimlik yok,” diyor teslim eden. Cebinden altı yüz elli bin lira bozukluk çıktı diye ekliyor. Teslim alanın avucuna düşen paralar belli belirsiz şıngırdıyor... İri yarı, beni kucaklayan adam. Ben kuş gibi hafifim. Zorlanmadan götürüyor...
İçerisi daha soğuk.Tabandan yüksekçe bir yere atıyor beni. Çıkıp gidiyor. Bu, ölü yıkama taşı olmalı. Ölüm kokan bu yer morga benziyor. Loş bir ışık aydınlatıyor koca odayı... Yüzü tıraşsız, esmer bir adam geliyor az sonra.
Kızgın kızgın söyleniyor.”Kardeşim, permatikler kör yenilerini almıyorlar. Biraz canınız yanacak ama kusura bakmayın.” Temizlik yapacağı ölülere söylüyor bunları...
Adam, karşıda bir metre ötemdeki yıkama taşında bir ölüyü soyuyor. Üzerindeki örtüyü açınca çıplak bir kadın bedeni çıkıyor ortaya. Duvara doğru yürüyor, bir musluk olmalı orada. Bir kovaya su dolduruyor. Kovadan sıcaklık yayılıyor. Ben de çözülüyorum, bağırmayı deniyorum. Olmuyor. Önce parmaklarımı oynatabiliyorum adamı izlerken. Adam kovadan tasla aldığı suyu kadının ölü, beyaz vücuduna döküyor. Önce koltuk altlarını sabunlayıp gelişi güzel tıraş ediyor. Eğilip ölünün göğüslerini öpüyor. Bu düş olmalı. O bir ölü kadın çünkü. Altını sabunlayıp tüylerini kesiyor. Kadını yüzükoyun çeviriyor. Altını tas tas sıcak suyla ıslatıp ovalıyor. Kaynak suyun buharları bana değin geliyor. Sonunda ölü yıkayıcı, masa şeklindeki taşın üstünde yüzükoyun yatan kadının bacaklarını aralayıp arkasına geçiyor. Pantolonunu indiriyor. Aman tanrım! Adam resmen ölüye tecavüz ediyor. Başım dönüyor midem bulanıyor. Bomboş midemden bir öğürtü kopuyor. Öğürtünün sarsıntısıyla kaygan taşın üzerinden yere düşüyorum. Kopan gürültüden neye uğradığını şaşıran adam, pantolonunu toplarken bir çığlık atıyor.” Eyvah! Yetişin, ölü dirildi!” Kapıdan rüzgâr gibi çıkıyor...
Çok geçmeden gelenler beni şaşkınlıkla izliyorlar. Ardından bakıcının getirdiği sedyeye elbirliğiyle yerleştiriyorlar özenle. Yoğun bakım odasında koşuşturmaca başlıyor. Hemşireler tepeden tırnağa soyup ıslak bezlerle her yanımı siliyorlar. Temiz giysiler giydiriyorlar sıcacık. İçim ısınıyor.
Günler sonra ilk kez, koluma takılan serum iğnesinin acısını duyuyorum. Canlıyım artık...Tıslar gibi bir şeyler söylüyorum bilinçsizce, kimse umursamıyor
Nöbet değişiminde, herkes gece yaşadıkları ilginç olayı anlatıyorlar yeni gelenlere. ”Polisin morga kaldırdığı ölü, birkaç saat sonra dirildi.” oluyor, tüm hastaneyi çalkalayan haber. Dalga dalga kente yayılıyor sonra.
Yerel gazetelerden, televizyondan hâlâ geliyorlar. Bayram yerine dönüyor hastane... Örseliyor beni olanlar, sorulara tek yanıt verebiliyorum. ”yüreğim enkaz şimdi.” 1999/EYLÜL Ali Gençli
Yorumlar
Yorum Gönder